WELCOME ON BOARD

Alasko frigo buz dondurma, yerlere çitlek atmayalım lütfen, "lütfen" dedim ama, ben kime diyorum, gel gel buraya...

Murat Çemrek'in şahsi blogudur. "Şahsi" dediysek öyle tapulu mal mülk değil; hani gazozuna, eğlencesine... Deneme kabilinden cibilliyetli yazılar, keyifli bir arşiv, ve fazladan hafıza için falan. Olabildildiğine sivil, hoyrat, gamsız Destursuz girilmeye...

3 Eylül 2009 Perşembe

Murat ÇEMREK, "Barışa Yeni Bir 'Dil' Gerek" Yeni Şafak, 03 Eylül 2009

http://yenisafak.com.tr/Yorum/Default.aspx?t=03.09.2009&i=208899

Barışa Yeni Bir 'Dil' Gerek 
MURAT ÇEMREK
Demokratikleşme açılımı ya da Kürt açılımı ya da adına her ne diyeceksek ancak yeni bir siyasi dili mümkün kılabildiğimiz ölçüde “tarihi bir fırsat”a dönüştürebiliriz. Başbakan'ın “[A]nneliğin siyaseti yoktur” ifadesi böyle bir dili inşa çabasıdır.


Türkiye'de İslam'ın artan toplumsal görünürlüğünün “irtica” olarak kodlanıp “iç tehdit” sıralamasında zirveye yerleştirildiği 28 Şubat sürecinden önce ayrılıkçı PKK terörü bu konumu işgal etmekteydi. PKK eylemlerinin ve güvenlik güçlerinin verdiği karşılığın en yoğun yaşandığı yıllarda siyaset bilimi eğitimi almama rağmen, bu coğrafyada etnisitenin kan dökme sebebi olmasını doktora düzeyinde “Milliyetçilik Teorileri” dersi alıncaya dek kavrayamadım. Bu geç intikalde, hepimizde olduğu gibi, çocuklukta şekillenen algı ve bilgi dünyamın izleri oldukça etkindi. Her ne kadar 1980 askerî darbesini yapan Kenan Evren, Kürtlerin varlığını reddedip kar üzerindeki yürüyüşlerinde “kart kurt” diye ses çıkaran bir Türk topluluğu olarak adlandırsa da, Kürtler hafızamdaki ilk çocukluk anılarından itibaren mevcuttular.

KONYA'DA KÜRT ALGISI
Bugün Mevlana Kültür Merkezi civarında kalan Konya'nın en eski yerleşim birimlerinden olan mahallemize ilk televizyonu getiren Almanya'da gasterbeiter olarak çalışan Kürt Yusuf amcaydı. Tüm mahalle Vizontele filmindeki gibi evine doluştuğumuzda, özenli bir misafirperverlikle bizleri ağırlayan eşi Rabia teyze ve bir anlamda ablalarım olan kızlarını her zaman hürmetle ve minnetle hatırlıyorum. O zamanlar üç dört yaşlarındaki benim için tek kanallı siyah-beyaz televizyon bir aptal kutusu değil harikalar dünyası idi. Evimizde de televizyon olmadığı için kısıtlı yayın saatleri dışında kırlentin üstüne dantel koyarak kendi televizyonumu icat etmiştim. Ama yayın saatlerinde Rabia teyzelerin evi, ekranda İstiklal Marşı okununcaya kadar her gün şebitin (yufka) içine peynirle sıkma ziyafeti yaşadığım müstesna bir mekândı.

Bir başka Kürt komşumuz ise kumasıyla birlikte yaşayan Marziye -sonraları dizi ismi olarak duyacaktım- teyze idi. Marziye teyzenin başını özgün bir şekilde sarması, onun kronik başağrısı çektiğini düşündürürdü bana çocuk aklımla. Ayrıca, bizimle konuşurken aksanlı ve kendi aralarında anlamadığım bir dilde konuştuklarını hatırlıyorum ama bu hiçbir zaman iyi komşuluk ilişkilerimize halel getirmemişti. Belki fazlasıyla naif bulabilirsiniz ama “Kürt” sözünü “lakap” olarak algıladığımdan olsa gerek; etnik kimlik uğruna dağa çıkmak hatta adam öldürmek ve/ya uğruna ölmek anlam dünyamda hiç yer etmemişti. Hâlbuki siyaset öncelikle yoksunluklardan doğuyordu. Bu yoksunluklar insanların anadilinde -hatta belki de bu analarının bildiği yegâne dilde- konuşmalarını yasaklamaktan kaynaklandığında oldukça hayatî bir hal alıyordu.

SORUN MU MESELİ Mİ?
Tractatus'ta dilin (dış) dünyayı resmettiğini belirten Wittgenstein'ın izlerini sürersek dil, dış ve iç dünyamızın sınırlarını belirlediği kadar siyasal konumumuzu da ifşa eder. Elbette dilin imkânları da tarihsel arkaplan ve/ya konjonktürden bağımsız değildir. Bugünlerde çokça tartışılan -hamurda veya havanda daha epey su kaldıracak- demokratikleşme açılımı, bir kuşak önceki “Kürt realitesini tanıyoruz” lafazanlığından öteye geçilebilseydi, farklı bir mecrada akıyor olacaktı. O yüzden adı ne olursa olsun, meselenin Kürt sorunu olduğu zaten ayan beyan ortadadır. Benim dikkat çekmek istediğim Türkçede “sorun” kavramının bizatihi kendisinin sorunlu oluşudur. Sorun, en hafifiyle zahmet ve meşakkat olmak üzere dert, sıkıntı, bela veya musibet anlamında kullanılmaktadır. Bir de Türkçede sorun kelimesinin “Kürt sorunu” ve/ya “Türban (başörtüsü) sorunu” gibi isim tamlaması olarak kullanımında, tamlananı sorunun kaynağı hatta bizatihi sorunun ta kendisi olarak gördüğümüz bir algı hâkimdir. Bu kullanımıyla sorun kelimesi İngilizceye “trouble” olarak çevrilmesi gerekirken Kürt sorunu ise “Kurdish question/issue/matter” olarak tercüme edilmektedir. Bir imparatorluk dili olan İngilizce meramımızı anlatmakta kolaylık sağlarken sorun yerine “mesele” lafzını kullanarak Arapça veya Osmanlıca gibi başka imparatorluk dillerinden de faydalanabiliriz. Diğer yandan, herhangi bir şeyi “sorunsallaştırmak” tam da bir iktidar meselesidir. Çünkü herhangi bir şeyi sorun olarak ifade ettiğimizde çözümün de kendimizde olduğu vehmini en azından zımnen dillendirmiş oluruz. Sorun olarak adlandırdığımız ve isim tamlaması içinde istihdam ettiklerimiz ise kendilerini -doğal olarak- sorun addetmeyeceklerdir. Bu anlattıklarımda “Kürt sorunu diye bir şey yoktur sorun olan Kürtler vardır” yaklaşımını da hiç hesaba katmıyorum bile.

HAMASET SİYASETİNİN SONU
Aynı durum daha masum duran “kardeş” kavramı için de geçerli olup oldukça hiyerarşik ve ataerkil bir konumlandırmayla “ağabeylik”i gerektirir. Bu durumu, bırakın Türk-Kürt kardeşliğini, Türkiye'nin Türkî Cumhuriyetlerle geçmişte hamaset dolu ilişkilerindeki burnu bir karış aklı ise iki karış havada yaklaşımında görmek mümkündür. Böyle bir perspektife haiz olanlar Türk-Kürt kardeşliğinden dem vururken hiyerarşiyi tersinden Kürt-Türk kardeşliğine getirmeyi düşünmek bile istemezler. Zira zihinlerinin saklı kalmış dehlizlerinde sakladıkları “Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur” düsturu bir hayalet gibi beliriverir.

Türkiye'de yakın zamana kadar Kürt sorununun bir güvenlik meselesine indirgenip sadece ama sadece şiddet kullanarak çözülebileceği yaklaşımı, başka tür mülahazaları en hafif tabiriyle PKK sempatizanlığıyla özdeşleştirip suskunlaştırırken; hegemonyası yetmediğinde de bir doz fazla şiddet kullanarak bastırdığından çözümsüz kalmıştır. Bundan dolayı, kültürel talepler siyasallaşmanın ötesinde partileşmiş hatta terörize edilmişken, özgürlükleri daraltan bir güvenlik anlayışıyla rüşeym halde boğulmuşlardır. Dahası, Kürtleri PKK'dan koparmak adına “Ermeni dölü” gibi ifadelerle Ermenilerin aşağılanmasına çanak tutulmuş ve bir dala basarken bin dal zücaciye dükkânındaki fil zarafetiyle telef edilmiştir. Bir strateji olarak köy boşaltmanın sonuçları ise, güvenlik sorununu çözmesi bir yana, şehirlerdeki kapkaç olayları gibi asayiş problemlerine tuz biber ekmiştir. Tazmin edemeyeceğimiz onca hayat bir yana, Anadolu'dan Görünüm programı veya doğu ve güneydoğu bölgesi için açılan ama kâğıt ve mürekkep israfından öteye geçemeyen iki düzine kadar yatırım teşvikinin de bir fayda sağlamadığı geçen otuz yılın en kaba bilançosudur.

YENİ BİR SİYASET DİLİ
Demokratikleşme açılımı ya da Kürt açılımı ya da her neyse, yeni bir dili mümkün kılabildiği ölçüde Cumhurbaşkanının ifadesini haklı çıkaracak “tarihi bir fırsat”tır. Bu dil siyasaldan ziyade kültürel anlamda bir imparatorluk dilini kurdukça demokratikleşme ve özgürleşme amaçları hâsıl olacaktır. Bu konuda Başbakan'ın “[A]nneliğin siyaseti yoktur” ifadesini böyle bir dili inşa etme yolunda önemli bir adım olarak görüyorum. Çünkü tersinden bir okumayla siyaseti anneleştirebildiğimiz ölçüde sadece siyaset değil iyileştirmeye çalıştığı hayatlarımız da anlam kazanacaktır. Belki de bu vesile ile devleti “baba” ile özdeşleştiren siyaset dilinin ataerkil kalıplarından kurtulabildiğimiz ölçüde siyaseti insanileştirebileceğiz.

I. Dünya Savaşı sonunda kaybettiğimiz imparatorlukla sadece toprak kaybetmediğimiz ortadadır; imparatorluk dilinin imkânlarını da kaybettik ve koca bir dünyayı dar bir gettoya hapsettik. İşte bu yüzden, Başbakan'ın özgürlük söylemini gayrimüslim dinî liderlerle bir araya gelerek ve hükümetin üç tane Alevi çalıştayı düzenleyerek taçlandırmasını da bu dilin pratiğe geçirilmesinde önemli kilometre taşları olarak değerlendiriyorum. Bunları düşünürken zihnimi yoran, “esenlik yerine şiddete indirgenmiş bir güvenlik anlayışını kim tercih eder ya da umut edilebilecek barışa kim karşı çıkar” sorularına cevabım, faşizmin tanımlanması zor bir insanlık düşmanlığı olduğudur.
* Doç. Dr.; Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yeni Şafak, 03.09.2009

Künye: Murat ÇEMREK, "Barışa Yeni Bir 'Dil' Gerek" Yeni Şafak, 03 Eylül 2009, <http://yenisafak.com.tr/Yorum/Default.aspx?t=03.09.2009&i=208899>

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder