WELCOME ON BOARD

Alasko frigo buz dondurma, yerlere çitlek atmayalım lütfen, "lütfen" dedim ama, ben kime diyorum, gel gel buraya...

Murat Çemrek'in şahsi blogudur. "Şahsi" dediysek öyle tapulu mal mülk değil; hani gazozuna, eğlencesine... Deneme kabilinden cibilliyetli yazılar, keyifli bir arşiv, ve fazladan hafıza için falan. Olabildildiğine sivil, hoyrat, gamsız Destursuz girilmeye...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Açılımın Arayüzü: Militarizmden Vazgeçmek

Açılımın Arayüzü: Militarizmden Vazgeçmek, Star Gazetesi, Açık Görüş, 18 Ekim 2009, Pazar

Kendi siyasî kariyerine mal olsa bile ülkenin kangrenleşmiş sorunlarını çözmek üzere Demokratik Açılım konusunda samimi niyetini ortaya koyan Başbakan Erdoğan, asıl şimdi Milli Görüş gömleğini çıkarıp özgürlük hırkasını giymeye başlamıştır.

Türkiye’de militarizmin hegemonya kurmasında demokrasiyi ağır bir şekilde darp eden 1980 askerî darbesi ve hâlâ bir şekilde yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın etkisi görmezden gelinemeyecek kadar belirgindir. Geçenlerde evdeki albümleri karıştırırken 1981’deki sünnet merasimimizde iki erkek kardeşimle ebeveynlerimizin önünde abdest bardağı gibi dizilmiş fotoğraflarımızı buldum. Elbiselerimizin tam da dönemin ruhunu yansıtan, üst rütbeli subayların giydiği cinsten askerî tören üniformasına özentili olması beni epey gülümsetti. Aslında o günkü sünnet kıyafetimiz darbenin topluma giydirmeye azmettiği militarist elbisenin üzerimizdeki müşahhas örneğiydi.

Ülkemizde “Her Türk asker doğar” slogancılığıyla bırakın kamusal alanı, evimiz dâhil bütün sosyalleşmelerimizi ve kurumlarımızı emir-komuta zincirinde rütbe, kıdem vb. kavramlarla şekillendiren militerden öte militarist bir dile emanet ettiğimizi de saklayamayız. Bu dille iğdiş olan zihnimiz de bir fasit daire içinde militarizme her daim daha yatkın ve müstahak hale gelmektedir. Din gibi sivil bir mesele bile, paradoksal olarak her fırsatta en yetkili ağızlarından Türkiye’de laikliğin koruyuculuğunu üstlendiğini iddia eden kurumların elinde, fazlasıyla militarizme boğulmuştur. Ulus-devletin herhangi bir kurumunun Peygamber Ocağı olarak adlandırılması ve mebzul miktarda ‘gazi’, ‘şehit’ ve İslam peygamberinin ismine atıfla ‘Mehmetçik’ gibi dinsel terminolojinin kullanılması meramımızı örneklemektedir.

Devlet dini ve demokrasi
Bu demokratik açılım umulur ki; dini sadece devletin sağlayabileceği bir hizmet olmaktan da kurtarır. Zira, “alemlere rahmet olarak” gönderildiğinden kılıç taşıdığından çok merhamet taşıyan ve en azından takipçileri için “güzel bir örnek” olan İslam Peygamberi’nin basit bir ocakçı hükmüne indirgenmesi en hafif tabirle kadirbilmezliktir.   
Zihniyet dilden bağımsız olamadığı gibi zihniyetin evsafını da dil resmeder. Bu yüzden, darb-ı-mesel haline gelmiş Mecelle’deki “Def-i-mefâsid celb-i-menâfiden evlâdır” ilkesinden hareketle kötülüğün giderilmesi iyiliğin ediniminden ehemmiyetli olduğundan; ikincinin sağlanması birincinin yerine getirilmesini zaruri kılan bir zaman serisi takip eder. ‘Demokratik’ olduğu iddia ve/ya temenni edilen bir açılım, öncelikle totaliter/otoriter kapatmalarla yüz yüze gelmek, hesaplaşmak ve molozlarını bertaraf etmek zorundadır. Bu noktada Türkiye’de zihinlerimiz de dâhil hayatın her alanını işgal eden militarizmden vazgeçmek, hegemonyasına meydan okumak başlı başına bir demokratik açılımdır.

Türkiye’nin ergenlik dönemi
Mademki bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar; bu açılım vesilesi ile ülkenin özgürleşmesinin sokaktaki adamın ekmek kavgasının önünde değilse bile yanında bir konum kazanması hayra alamettir. Dahası, ortaya çıkan ihtilafı da ümmetin rahmetine tefsir etmek ulus-devletin bitmez tükenmez bölünme korkusundan da yeğdir. Herhangi bir açılımdan bahsedeceksek, öncelikle bu hamleyi gerekli kılan Türkiye’nin ağır geçen ergenlik sorunlarından biri olan içine kapanıklık halinin sebeplerini teşhis ve tespit, amaca yönelik atılacak daha sonraki adımların kesintiye uğramaması için elzemdir. Demokratik bir ortamda tabiatı gereği militer olan askerî bürokrasinin de militarist olmaması beklenirken, siyasî partiler ve sivil toplum örgütlerinin militarizme bulaşmaması zaten izahtan varestedir. Hâlbuki Türkiye’de sağcısı, solcusu, futbolcusu, sev-genci, siyasî partisi ve sivil toplum örgütleri kısacası hepimiz, militarizminden nasibimizce yükümüzü tutmuşuzdur.
Demokratik Açılım tartışmaları vesilesi ile ulus-devlet ve milliyetçilik/ulusçuluk kavramlarına bakalım: Ulus-millet ve ulusçuluk-milliyetçilik arasındaki kavramsal farkın Türkiye özelinde neredeyse birbirine düşman haline geldiğinden haberdar olsam da yazının selameti açısından ifadeleri eşanlamlı kullanmaya devam edeceğim. Lafı hiç eğip bükmeden söyleyelim: İster etnik ister kültürel olsun bütün milliyetçiliklere -en diplomatik ifadeyle- bir tutam ırkçılık sirayet etmiş ve en kuytu dehlizlerine kadar sinmiştir.
Çünkü hiçbir milliyetçi aksine doneler fazlasıyla da olsa, kurguladığı ve aidiyet geliştirdiği ulusuna dair pozitif sıfatlar saymaya başladığında, dünya uluslar liginde kendi milletinin her zaman liste başı olduğu vehmindedir. Zaten dünyayı ancak uluslardan mürekkep gören milliyetçi, elinde bulundurduğu ulus-devletin başta eğitim ve medya üzerindeki tekelci tasallutu -Althusser buna “devletin ideolojik aygıtları” diyor- sayesinde siyasal yaklaşımını propagandaya tahvil ederek bunu tüm topluma mal etmeye çalışır. Milliyetçilik ritüelleri ile zaten sivil din (civic religion) olarak tezahür ettiğinden karşı çıkanları zımnen veya alenen küfürle itham eder ve bu ithamın gereğiyle “tiz kellelerinin vurulmasını” yani “siyaset olunmalarını” pratiğe geçirir.

Kısacası, her milliyetçi için kendi ulusu en zeki, en çevik, en ahlâklı, en sportmen ve aklınıza gelen gelmeyen her şeyin en iyisidir. Hal böyle olunca, bir ulus içinde olup ama kendisini bu ulusa ait hissedemeyenler “üretim arızası” olduklarından en hafifiyle “hilkat garibesi” gibi hakaretlere ve ilgili muameleye maruz kalmıyorsa bile ikinci lig oyuncularıdır. Dahası, herhangi bir ulus içinde devletsiz ya da diaspora konumundaki diğer halkların durumu eşyanın tabiatı gereği problemlidir. Çünkü ulus-devlet eğer elinden gelse hepimizi fiziksel özelliklerimiz de dâhil eritme potasında (melting pot) tektipleştirme hevesindedir ve tek bir kişi bile olsa etnik, linguistik, dinsel ve mezhepsel herhangi bir azınlık durumu mozaik-sevmez ama mermer-düşkünü ulus-devlet için yorucudur. Zira ulus-devletin homojenleştirici vasfı, Nasreddin Hoca’nın yakaladığı leyleğin kanatları ve bacaklarını budayıp “şimdi kuşa benzedin” demesi gibi çoğu zaman bir noksanlaştırmadan ibarettir.

‘Devlet’in icadı
Çok beylik bir söz olmakla beraber, devletsizlik bir milliyetçi için ölümden beterdir. Bu yüzden bütün milliyetçilikler pervanelerin ateşe yönelişi gibi devlete doğru evrilirler. Kanaatimce elektrik ya da cep telefonu değil ama insanoğlunun en büyük icadı olan devlet ve hayatımızın her anını kucaklamaya gayretli en ceberut formu modern ulus-devlet, Hegel’in ifadesiyle “Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü” ve Weberyen anlamda “şiddetin meşru tekeli”nin kristalize olmuş timsalidir. Bunun yanında, Westphalian klasik egemenlikte devlet erki şirk ve şerik kabul etmediğinden, kendisine karşı şiddet içeren herhangi bir cürüme bulaşanlar devlet tarafından ‘terörist’ olarak adlandırılırlar, zaten bu da eşyanın tabiatı gereğidir. Ulus kimliği, devletsiz halkın entelektüellerinin bilincinde şekillenip devletleşme sürecine girildiğinde ise şiddet kaçınılmaz olur.

Şiddetin sistematik istihdamı devletin varlık sebebi olduğundan kim bu hak iddiasında ise kaçınılmaz olarak devletle karşı karşıya gelir. ‘Devlet terörü’ olarak kavramsallaştırdığımız ise devletin kendisine çizdiği hukuksal alandan ayrılarak şiddeti banalleştirmesidir ki, devlet eşkıya olmadığından kendini birtakım ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesi ile bağıtlamıştır. Lakin ‘devlet terörü’ ile Westphalian münhasır egemenliğe tekabül eden ‘karışılamayacak içişleri’ arasındaki ince çizgi, küreselleşme dediğimiz süreçte flulaşmıştır. ‘Terörist’ ile ‘özgürlük savaşçısı’ arasındaki anlam kayması nerede durduğunuzla ilgilidir. Bu durum, bırakın kelimeleri nasıl kullandığımızı kısaltmalarda bile kendini gösterir.

Zamanın ruhu
İçinden geçtiğimiz dönem Kuhn’un paradigma kaymasına sosyal ve siyasal anlamda bir örnek teşkil ediyor. Kendi siyasî kariyerine mal olsa bile ülkenin kangrenleşmiş sorunlarını çözmek üzere Demokratik Açılım konusunda samimi niyetini ortaya koyan Başbakan Erdoğan, asıl şimdi Milli Görüş gömleğini çıkarıp özgürlük hırkasını giymeye başlamıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ideolojik omurgası Muhafazakâr Demokratlık da böylece demokrasinin muhafazası olarak anlam ve pratik kazanmaktadır. Yine Mecelle’deki “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” ilkesinde belirtildiği gibi zamanın ruhu (zeitgeist) özgürleşmeyi gösterirken gün geçtikçe Ramazan davulcusu kadar anakronikleşen ulus-devletin tek-tip-kimlik dayatıcılığına nerdeyse bir yüzyıl önceki faşizm özentisi ile sarılmak en azından rehabilite edilmesi gereken bir ruh halini işaret etmektedir.

Zamanın ruhuna vurgu yaparak bir modaperestlik ya da eyyamcılıktan dem vurmuyorum, aksine insan olduğumuzu en çok özgür olduğumuzda farkedebileceğimizi ifade etmeye çayışıyorum. Bu noktaya varmak da militarizmden en çok vazgeçtiğimiz ana tekabül edecektir. Çok değil on bir yıl öncesinde savaşa ramak kaldığımız Suriye ile bugün vizesiz seyahat konumuna gelindiyse, çanlar hakikaten özgürlük için çalıyordur ve savaş gibi en militer mesele bile militaristlere bırakılamayacak kadar önemlidir.

10 Eylül 2009 Perşembe

Murat Çemrek, "Siyaseti ve Dilini Özgürleştirmek" Taraf, 01 Eylül 2009

http://www.taraf.com.tr/haber/40468.htm

Siyaseti ve dilini özgürleştirmek

Taraf / herTaraf - Istanbul - 01.09.2009
 

MURAT ÇEMREK* /“Hiçbir şey dilden bağımsız değildir, dil her şeydir” dersem fazla provokatif bir peşrev mi yapmış olurum? Zann-ı-galibim itibariyle sanmıyorum. Evvel emirde ve nihaî kertede dili bir iletişim aracı olarak kavramsallaştırdığımdan ve meslek itibariyle filolog olmadığımdan -ama temkini de elden bırakmayıp- dudak payı mesabesinde bir şüphe bırakarak amel edeceğim.

Dil; düşünce denizimiz olduğu gibi bu denizdeki gemimiz, güvertemiz, kaptanımız, kılavuz kaptanımız, miçomuz, çarkçımız, filikamız, dümenimiz, sancağımız, gemici düğümümüz, iskele alabandamız, vira bismillahımızdır. Eş durumundan Karadenizli oluncaya kadar suyu bardakta gören ve ayağı karaya değmedikçe huzur duymayan biri için fena sayılmaz bu kelime haz(i)nesi. Bu yüzden, dil bahsinde meramımızı anlatmak için Arapçadaki nutuk-mantık ilişkisine referans vermemek, birbirinin arayüzü olan dil-düşünce ilişkisine bigâne kalmak olur. Hiçbir dili -belli şartlara bağlanmış istisnalar içerse bile- gramer kurallarından bağımsız düşünemeyeceğimiz için söylediklerimiz içsel ve dışsal bir bütünlük arz ettiği kadar mantıklıdır, anlamlıdır.

Mekândan münezzeh olamadığı gibi dil, zamandan da arî değildir ve tabiatı gereği tarihseldir. Hassaten (Siyasal) Düşünce Tarihi ile meşgul olanlar daha iyi anlayacaklardır ki; bu bilim dalı bir anlamda dillerin dönüşüm tarihidir. Örneğin, “polis” kelimesini antik Yunan’da şehir anlamında kullanıldığı bilmeyenimiz varsa bile bugün özellikle iç güvenlik ve asayiş hizmetleriyle meşgul kolluk gücü anlamında kullandığımız ortadadır. Dillerin ve yapıtaşları kelimelerin hayatlarını devam ettirmeleri, ortadan kalkmaları ve geçirdikleri dönüşüm, tarih ve -dolayısıyla değil doğrudan- zaman ile olan ilişkisini ortaya koymaktadır. Dilin bir kuşak içinde ve/ya kuşaklar-arası/ötesi bir kullanıma kavuşması, yazıya dökülmesi ile mümkün olmasından hareketle dil işlevsel bir mekanizmaya haizdir. Dili siyasal kılan bu mekanizma, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra dil meselesine Türk Dil Kurumu (TDK) ile el atılması ve ivedilikle alfabenin değiştirilmesi örneklerinde net bir şekilde görülebilir. Böylece, Feroz Ahmad’ın çok gönderme yapılan ifadesiyle, “Bir gecede bütün bir millet okuyamaz-yazamaz kılınmıştır.” Benim ilgimi çeken ise Türkiye’deki siyasetin -hadi dilimi tutup hatta ısırıp “faşist/faşizan” demeyeyim- totaliter/otoriter karakterinin değişimi, öncelikle siyasetin dilini özgürleştirmekten geçmektedir. Bu da en azından prangalı ve himaye altındaki bu dili vesayetinden kurtarmak ile yani yeni bir hegemonya kurgusuyla mümkündür.

Milli Birlik ve Beraberlik


Siyaseti ve dilini özgürleştirmek… Evet, hemen şimdi her ikisini de özgürleştirmekten bahsediyorum! Çünkü şimdi değilse, ne zaman? Bir başka bahara mı? Kim öle, kim kala bahara hatta adımları sıklaşan güze? “Zaten bu kış kesin gomonizm gelir…” Çok mu anakronik oldu bu son cümlem? Halbuki irticadan ve özellikle bölücülükten dem vursam bu aralar uygun adım senkronik durur. Anakronik olsa bile -Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş Şiiri’ndeki “Dante gibi ortasındayız ömrün” dediği vasata yaklaşırken- düşünüyorum da çocukluğumdan itibaren siyah-beyaz, renkli ve HD kalitesinde izlediğim sayısız haber bültenlerinde, hatta magazin programları da dâhil ilgili ilgisiz her yerde, duyduğum diyakronik kalıplardan biridir “milli birlik ve beraberlik.” “Diyakronik” diyorum çünkü tarihsel yürüyüşünde bu ifade hep aynı muhteviyatı dercetmemiştir. Üç tarafı denizlerle, dört tarafı dış mihraklar ve onların hempalığını üstlenen iç düşmanlarla çevrilmiş Türkiye’de, marjinal faydaya inat, ne kadar söylense o kadar çok feyiz ve bereket hasıl olacağından mı nedir dilimizden düşürmemiz sıkı sıkı tembihlenen bir tesbihattır bu klişe.” “Dâhilî ve haricî bedbahtlar”dan olmamak için bu tantrayı dilimizden ve gönlümüzden eksik etmeyip, ilköğretim boyunca her gün tekrarladığımız Andımız’da olduğu gibi, bedbaht değil “ne mutlu” olmak için Türküm demekle takviye etmeliyizdir. İlköğretimde öğrendiğim diğer önemli bir bilgi de, ülkemizde sadece iki bakanlığın (Eğitim ve Savunma) başında “Milli” lafzının tekidi için sarahaten zikredilmiş olmasıdır. Bu önermeden hareketle mesela -hadi Turizm Bakanlığı neyse de- Tarım ve Köyişleri Bakanlığı hatta Başbakanlık o kadar da milli olmayıp beynelmileldir. Küreselleşmenin on yüz bin baloncuğunu yutmadan önce bu pek ehemmiyetli sözcüğün benim için gazının erken kaçması; 1960 askerî darbesini yapanların kendilerini “Milli Birlik Komitesi” olarak adlandırdıklarını, milletiyle bölünmez devletin milletine şans oyunları oynaması için “Milli Piyango İdaresi”ni ihdas ettiğini ve argoda “milli olmak” ne anlama geldiğini öğrendiğimde tecelli etti. Bu saydıklarım alfabetik veya kronolojik bir düzen takip etmemektedir. Örneğin, “milli” kavramının Kuran’daki “millet-i-İbrahim”e atıfla gazetelerin hafta sonu eklerindeki “şaşı bak şaşır” mahareti gibi çaktırmadan ya da kör gözüne parmağım şeklinde nasıl da içinin boşaltıldığı hatta kurucu liderinin konuşmalarından hareketle milliyetçi mi, ümmetçi mi nerede durduğunu kestirmek zor olan Milli Görüş Hareketi’ne hiç girmiyorum bile. Eskiden “milliciler” ile “milliyetçiler” arasındaki bağı kotarmak kolay olmadığı gibi bugün de “milliyetçiler” ile “ulusalcılar” arasındaki yarığın da ne kadar derin olduğunu idrak etmek o kadar kolay değildir.

Hükümetin “demokratik açılım” olarak adlandırdığı hamleye karşı dillendirilen eleştiriler vesilesiyle Türkiye’deki siyasetin “sağırlar diyalogu” olarak adlandırılmasının mümkün olmadığını fark ediyoruz. Hükümet, koordinatör olarak atanan İçişleri Bakanı aracılığıyla konuya dair bütün sesleri dinlemeye gayret ederken muhalefetin ana gövdesini oluşturan CHP ve MHP’nin “duymazdan gelmek” ve yaygara ile konuşulanları bastırmak hariç hiçbir şey yapmadığını hakk-el-yakin müşahede etmiş olduk. Hâlbuki herhangi bir demokratikleşme hamlesinin sağlıklı bir biçimde ortaya konabilmesi için iktidar kadar muhalefetin de sahnede olması gerekir. Şımarık çocuk edasıyla misketlerini toplayıp “bana ne, oynamıyorum” demenin uzun vadede bindiği dalı kesmekten ne farkı vardır? Siyaset dilinin özgürleşebilmesi, üniformalı veya değil bürokratlara angaje olmaktan hayâ edecek siyasetçilerin varlığı ile mümkün olacaktır. Siyaset, hayata dair ne varsa bir tanzim operasyonu olarak doğası gereği normatiftir ve üzerinde yükseldiği normlar, etik kodlardan beslenmediği sürece hayata nasıl değer katabilir ki? İşte bundan dolayı, siyasetin ve dilinin özgürleşmesi, en azından mevcut hegemonyanın vesayetinden iktidarıyla ve muhalefetiyle kurtarılması en temel mesele haline gelmiştir. Siyaset ve dilinin özgürleşmesinden diğer bir kastımın da ahlakileşmesi olduğu zaten izahtan varestedir.

İkinci adım, siyaset dilinin acilen kutsallıktan, en azından üslup olarak bu banalliğinden kurtarılmalıdır. Burada kastettiğim kutsalı ortadan kaldırırken profanlaştırma değildir, kutsal-merkezli ötekileştirme yerine empati geliştirebilmedir. Bu haliyle, CHP Genel Başkanı’nın yirmi yıl önce demokratik açılımın bugünkü ana gövdesini oluşturan Kürt sorunu konusunda Genel Sekreter sıfatıyla rapor hazırlattığına inanmak zordur.

Türkiye’de siyasetin ve dilinin özgürleşmesi bir sorun olarak ortadadır. Bu sorunun çözümüne katkı sağlamayıp bilakis takoz koyanlar, başarılı olunması halinde kendi siyasal tabanlarının çözüleceğinin farkındadırlar. Çünkü başarı siyasetin sadece dilini değil tüm kurum ve kurallarını yeniden inşa edecektir ve bugüne kadar güvenliğe angaje olmuş Kürt sorununa dair bıkkınlık tepkisi bunun habercisidir. Demokratik açılımın da sadece Kürt sorunu ile sınırlı kalmayacağı ortadadır. TOÇEV’in “bir şey değişir her şey değişir” sloganında dendiği gibi demokratik açılım da Türkiye’nin değişime dair tramplen tahtasıdır. Siyasî maliyeti ne olursa olsun bu sorunu çözeceklerini söyleyen Başbakan velev ki bu sözünden caysa bile ülkenin özgürleşmesi boyun borcu haline gelmiş, bombanın pimi çekilmiştir. Kaldı ki özgürlük bulaşıcıdır ve sadece Kürt sorunu ile kalmayıp kesintiye uğrayan daha önceki farklı sorunların çözüm denemelerini de yeniden fişekleyebilir.

* Doç. Dr, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi / cemrek@yahoo.com

8 Eylül 2009 Salı

memleket sevgisi

İnsan, memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz biliriz ki, bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı; orayı sevmektir. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir. (Vizontele, 2001)
 

4 Eylül 2009 Cuma

Vecizelerim

İki Türkü biraraya getirmek marifettir

3 Eylül 2009 Perşembe

Değişen Siyaset





Murat ÇEMREK, "Barışa Yeni Bir 'Dil' Gerek" Yeni Şafak, 03 Eylül 2009

http://yenisafak.com.tr/Yorum/Default.aspx?t=03.09.2009&i=208899

Barışa Yeni Bir 'Dil' Gerek 
MURAT ÇEMREK
Demokratikleşme açılımı ya da Kürt açılımı ya da adına her ne diyeceksek ancak yeni bir siyasi dili mümkün kılabildiğimiz ölçüde “tarihi bir fırsat”a dönüştürebiliriz. Başbakan'ın “[A]nneliğin siyaseti yoktur” ifadesi böyle bir dili inşa çabasıdır.


Türkiye'de İslam'ın artan toplumsal görünürlüğünün “irtica” olarak kodlanıp “iç tehdit” sıralamasında zirveye yerleştirildiği 28 Şubat sürecinden önce ayrılıkçı PKK terörü bu konumu işgal etmekteydi. PKK eylemlerinin ve güvenlik güçlerinin verdiği karşılığın en yoğun yaşandığı yıllarda siyaset bilimi eğitimi almama rağmen, bu coğrafyada etnisitenin kan dökme sebebi olmasını doktora düzeyinde “Milliyetçilik Teorileri” dersi alıncaya dek kavrayamadım. Bu geç intikalde, hepimizde olduğu gibi, çocuklukta şekillenen algı ve bilgi dünyamın izleri oldukça etkindi. Her ne kadar 1980 askerî darbesini yapan Kenan Evren, Kürtlerin varlığını reddedip kar üzerindeki yürüyüşlerinde “kart kurt” diye ses çıkaran bir Türk topluluğu olarak adlandırsa da, Kürtler hafızamdaki ilk çocukluk anılarından itibaren mevcuttular.

KONYA'DA KÜRT ALGISI
Bugün Mevlana Kültür Merkezi civarında kalan Konya'nın en eski yerleşim birimlerinden olan mahallemize ilk televizyonu getiren Almanya'da gasterbeiter olarak çalışan Kürt Yusuf amcaydı. Tüm mahalle Vizontele filmindeki gibi evine doluştuğumuzda, özenli bir misafirperverlikle bizleri ağırlayan eşi Rabia teyze ve bir anlamda ablalarım olan kızlarını her zaman hürmetle ve minnetle hatırlıyorum. O zamanlar üç dört yaşlarındaki benim için tek kanallı siyah-beyaz televizyon bir aptal kutusu değil harikalar dünyası idi. Evimizde de televizyon olmadığı için kısıtlı yayın saatleri dışında kırlentin üstüne dantel koyarak kendi televizyonumu icat etmiştim. Ama yayın saatlerinde Rabia teyzelerin evi, ekranda İstiklal Marşı okununcaya kadar her gün şebitin (yufka) içine peynirle sıkma ziyafeti yaşadığım müstesna bir mekândı.

Bir başka Kürt komşumuz ise kumasıyla birlikte yaşayan Marziye -sonraları dizi ismi olarak duyacaktım- teyze idi. Marziye teyzenin başını özgün bir şekilde sarması, onun kronik başağrısı çektiğini düşündürürdü bana çocuk aklımla. Ayrıca, bizimle konuşurken aksanlı ve kendi aralarında anlamadığım bir dilde konuştuklarını hatırlıyorum ama bu hiçbir zaman iyi komşuluk ilişkilerimize halel getirmemişti. Belki fazlasıyla naif bulabilirsiniz ama “Kürt” sözünü “lakap” olarak algıladığımdan olsa gerek; etnik kimlik uğruna dağa çıkmak hatta adam öldürmek ve/ya uğruna ölmek anlam dünyamda hiç yer etmemişti. Hâlbuki siyaset öncelikle yoksunluklardan doğuyordu. Bu yoksunluklar insanların anadilinde -hatta belki de bu analarının bildiği yegâne dilde- konuşmalarını yasaklamaktan kaynaklandığında oldukça hayatî bir hal alıyordu.

SORUN MU MESELİ Mİ?
Tractatus'ta dilin (dış) dünyayı resmettiğini belirten Wittgenstein'ın izlerini sürersek dil, dış ve iç dünyamızın sınırlarını belirlediği kadar siyasal konumumuzu da ifşa eder. Elbette dilin imkânları da tarihsel arkaplan ve/ya konjonktürden bağımsız değildir. Bugünlerde çokça tartışılan -hamurda veya havanda daha epey su kaldıracak- demokratikleşme açılımı, bir kuşak önceki “Kürt realitesini tanıyoruz” lafazanlığından öteye geçilebilseydi, farklı bir mecrada akıyor olacaktı. O yüzden adı ne olursa olsun, meselenin Kürt sorunu olduğu zaten ayan beyan ortadadır. Benim dikkat çekmek istediğim Türkçede “sorun” kavramının bizatihi kendisinin sorunlu oluşudur. Sorun, en hafifiyle zahmet ve meşakkat olmak üzere dert, sıkıntı, bela veya musibet anlamında kullanılmaktadır. Bir de Türkçede sorun kelimesinin “Kürt sorunu” ve/ya “Türban (başörtüsü) sorunu” gibi isim tamlaması olarak kullanımında, tamlananı sorunun kaynağı hatta bizatihi sorunun ta kendisi olarak gördüğümüz bir algı hâkimdir. Bu kullanımıyla sorun kelimesi İngilizceye “trouble” olarak çevrilmesi gerekirken Kürt sorunu ise “Kurdish question/issue/matter” olarak tercüme edilmektedir. Bir imparatorluk dili olan İngilizce meramımızı anlatmakta kolaylık sağlarken sorun yerine “mesele” lafzını kullanarak Arapça veya Osmanlıca gibi başka imparatorluk dillerinden de faydalanabiliriz. Diğer yandan, herhangi bir şeyi “sorunsallaştırmak” tam da bir iktidar meselesidir. Çünkü herhangi bir şeyi sorun olarak ifade ettiğimizde çözümün de kendimizde olduğu vehmini en azından zımnen dillendirmiş oluruz. Sorun olarak adlandırdığımız ve isim tamlaması içinde istihdam ettiklerimiz ise kendilerini -doğal olarak- sorun addetmeyeceklerdir. Bu anlattıklarımda “Kürt sorunu diye bir şey yoktur sorun olan Kürtler vardır” yaklaşımını da hiç hesaba katmıyorum bile.

HAMASET SİYASETİNİN SONU
Aynı durum daha masum duran “kardeş” kavramı için de geçerli olup oldukça hiyerarşik ve ataerkil bir konumlandırmayla “ağabeylik”i gerektirir. Bu durumu, bırakın Türk-Kürt kardeşliğini, Türkiye'nin Türkî Cumhuriyetlerle geçmişte hamaset dolu ilişkilerindeki burnu bir karış aklı ise iki karış havada yaklaşımında görmek mümkündür. Böyle bir perspektife haiz olanlar Türk-Kürt kardeşliğinden dem vururken hiyerarşiyi tersinden Kürt-Türk kardeşliğine getirmeyi düşünmek bile istemezler. Zira zihinlerinin saklı kalmış dehlizlerinde sakladıkları “Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur” düsturu bir hayalet gibi beliriverir.

Türkiye'de yakın zamana kadar Kürt sorununun bir güvenlik meselesine indirgenip sadece ama sadece şiddet kullanarak çözülebileceği yaklaşımı, başka tür mülahazaları en hafif tabiriyle PKK sempatizanlığıyla özdeşleştirip suskunlaştırırken; hegemonyası yetmediğinde de bir doz fazla şiddet kullanarak bastırdığından çözümsüz kalmıştır. Bundan dolayı, kültürel talepler siyasallaşmanın ötesinde partileşmiş hatta terörize edilmişken, özgürlükleri daraltan bir güvenlik anlayışıyla rüşeym halde boğulmuşlardır. Dahası, Kürtleri PKK'dan koparmak adına “Ermeni dölü” gibi ifadelerle Ermenilerin aşağılanmasına çanak tutulmuş ve bir dala basarken bin dal zücaciye dükkânındaki fil zarafetiyle telef edilmiştir. Bir strateji olarak köy boşaltmanın sonuçları ise, güvenlik sorununu çözmesi bir yana, şehirlerdeki kapkaç olayları gibi asayiş problemlerine tuz biber ekmiştir. Tazmin edemeyeceğimiz onca hayat bir yana, Anadolu'dan Görünüm programı veya doğu ve güneydoğu bölgesi için açılan ama kâğıt ve mürekkep israfından öteye geçemeyen iki düzine kadar yatırım teşvikinin de bir fayda sağlamadığı geçen otuz yılın en kaba bilançosudur.

YENİ BİR SİYASET DİLİ
Demokratikleşme açılımı ya da Kürt açılımı ya da her neyse, yeni bir dili mümkün kılabildiği ölçüde Cumhurbaşkanının ifadesini haklı çıkaracak “tarihi bir fırsat”tır. Bu dil siyasaldan ziyade kültürel anlamda bir imparatorluk dilini kurdukça demokratikleşme ve özgürleşme amaçları hâsıl olacaktır. Bu konuda Başbakan'ın “[A]nneliğin siyaseti yoktur” ifadesini böyle bir dili inşa etme yolunda önemli bir adım olarak görüyorum. Çünkü tersinden bir okumayla siyaseti anneleştirebildiğimiz ölçüde sadece siyaset değil iyileştirmeye çalıştığı hayatlarımız da anlam kazanacaktır. Belki de bu vesile ile devleti “baba” ile özdeşleştiren siyaset dilinin ataerkil kalıplarından kurtulabildiğimiz ölçüde siyaseti insanileştirebileceğiz.

I. Dünya Savaşı sonunda kaybettiğimiz imparatorlukla sadece toprak kaybetmediğimiz ortadadır; imparatorluk dilinin imkânlarını da kaybettik ve koca bir dünyayı dar bir gettoya hapsettik. İşte bu yüzden, Başbakan'ın özgürlük söylemini gayrimüslim dinî liderlerle bir araya gelerek ve hükümetin üç tane Alevi çalıştayı düzenleyerek taçlandırmasını da bu dilin pratiğe geçirilmesinde önemli kilometre taşları olarak değerlendiriyorum. Bunları düşünürken zihnimi yoran, “esenlik yerine şiddete indirgenmiş bir güvenlik anlayışını kim tercih eder ya da umut edilebilecek barışa kim karşı çıkar” sorularına cevabım, faşizmin tanımlanması zor bir insanlık düşmanlığı olduğudur.
* Doç. Dr.; Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yeni Şafak, 03.09.2009

Künye: Murat ÇEMREK, "Barışa Yeni Bir 'Dil' Gerek" Yeni Şafak, 03 Eylül 2009, <http://yenisafak.com.tr/Yorum/Default.aspx?t=03.09.2009&i=208899>