WELCOME ON BOARD

Alasko frigo buz dondurma, yerlere çitlek atmayalım lütfen, "lütfen" dedim ama, ben kime diyorum, gel gel buraya...

Murat Çemrek'in şahsi blogudur. "Şahsi" dediysek öyle tapulu mal mülk değil; hani gazozuna, eğlencesine... Deneme kabilinden cibilliyetli yazılar, keyifli bir arşiv, ve fazladan hafıza için falan. Olabildildiğine sivil, hoyrat, gamsız Destursuz girilmeye...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Açılımın Arayüzü: Militarizmden Vazgeçmek

Açılımın Arayüzü: Militarizmden Vazgeçmek, Star Gazetesi, Açık Görüş, 18 Ekim 2009, Pazar

Kendi siyasî kariyerine mal olsa bile ülkenin kangrenleşmiş sorunlarını çözmek üzere Demokratik Açılım konusunda samimi niyetini ortaya koyan Başbakan Erdoğan, asıl şimdi Milli Görüş gömleğini çıkarıp özgürlük hırkasını giymeye başlamıştır.

Türkiye’de militarizmin hegemonya kurmasında demokrasiyi ağır bir şekilde darp eden 1980 askerî darbesi ve hâlâ bir şekilde yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın etkisi görmezden gelinemeyecek kadar belirgindir. Geçenlerde evdeki albümleri karıştırırken 1981’deki sünnet merasimimizde iki erkek kardeşimle ebeveynlerimizin önünde abdest bardağı gibi dizilmiş fotoğraflarımızı buldum. Elbiselerimizin tam da dönemin ruhunu yansıtan, üst rütbeli subayların giydiği cinsten askerî tören üniformasına özentili olması beni epey gülümsetti. Aslında o günkü sünnet kıyafetimiz darbenin topluma giydirmeye azmettiği militarist elbisenin üzerimizdeki müşahhas örneğiydi.

Ülkemizde “Her Türk asker doğar” slogancılığıyla bırakın kamusal alanı, evimiz dâhil bütün sosyalleşmelerimizi ve kurumlarımızı emir-komuta zincirinde rütbe, kıdem vb. kavramlarla şekillendiren militerden öte militarist bir dile emanet ettiğimizi de saklayamayız. Bu dille iğdiş olan zihnimiz de bir fasit daire içinde militarizme her daim daha yatkın ve müstahak hale gelmektedir. Din gibi sivil bir mesele bile, paradoksal olarak her fırsatta en yetkili ağızlarından Türkiye’de laikliğin koruyuculuğunu üstlendiğini iddia eden kurumların elinde, fazlasıyla militarizme boğulmuştur. Ulus-devletin herhangi bir kurumunun Peygamber Ocağı olarak adlandırılması ve mebzul miktarda ‘gazi’, ‘şehit’ ve İslam peygamberinin ismine atıfla ‘Mehmetçik’ gibi dinsel terminolojinin kullanılması meramımızı örneklemektedir.

Devlet dini ve demokrasi
Bu demokratik açılım umulur ki; dini sadece devletin sağlayabileceği bir hizmet olmaktan da kurtarır. Zira, “alemlere rahmet olarak” gönderildiğinden kılıç taşıdığından çok merhamet taşıyan ve en azından takipçileri için “güzel bir örnek” olan İslam Peygamberi’nin basit bir ocakçı hükmüne indirgenmesi en hafif tabirle kadirbilmezliktir.   
Zihniyet dilden bağımsız olamadığı gibi zihniyetin evsafını da dil resmeder. Bu yüzden, darb-ı-mesel haline gelmiş Mecelle’deki “Def-i-mefâsid celb-i-menâfiden evlâdır” ilkesinden hareketle kötülüğün giderilmesi iyiliğin ediniminden ehemmiyetli olduğundan; ikincinin sağlanması birincinin yerine getirilmesini zaruri kılan bir zaman serisi takip eder. ‘Demokratik’ olduğu iddia ve/ya temenni edilen bir açılım, öncelikle totaliter/otoriter kapatmalarla yüz yüze gelmek, hesaplaşmak ve molozlarını bertaraf etmek zorundadır. Bu noktada Türkiye’de zihinlerimiz de dâhil hayatın her alanını işgal eden militarizmden vazgeçmek, hegemonyasına meydan okumak başlı başına bir demokratik açılımdır.

Türkiye’nin ergenlik dönemi
Mademki bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar; bu açılım vesilesi ile ülkenin özgürleşmesinin sokaktaki adamın ekmek kavgasının önünde değilse bile yanında bir konum kazanması hayra alamettir. Dahası, ortaya çıkan ihtilafı da ümmetin rahmetine tefsir etmek ulus-devletin bitmez tükenmez bölünme korkusundan da yeğdir. Herhangi bir açılımdan bahsedeceksek, öncelikle bu hamleyi gerekli kılan Türkiye’nin ağır geçen ergenlik sorunlarından biri olan içine kapanıklık halinin sebeplerini teşhis ve tespit, amaca yönelik atılacak daha sonraki adımların kesintiye uğramaması için elzemdir. Demokratik bir ortamda tabiatı gereği militer olan askerî bürokrasinin de militarist olmaması beklenirken, siyasî partiler ve sivil toplum örgütlerinin militarizme bulaşmaması zaten izahtan varestedir. Hâlbuki Türkiye’de sağcısı, solcusu, futbolcusu, sev-genci, siyasî partisi ve sivil toplum örgütleri kısacası hepimiz, militarizminden nasibimizce yükümüzü tutmuşuzdur.
Demokratik Açılım tartışmaları vesilesi ile ulus-devlet ve milliyetçilik/ulusçuluk kavramlarına bakalım: Ulus-millet ve ulusçuluk-milliyetçilik arasındaki kavramsal farkın Türkiye özelinde neredeyse birbirine düşman haline geldiğinden haberdar olsam da yazının selameti açısından ifadeleri eşanlamlı kullanmaya devam edeceğim. Lafı hiç eğip bükmeden söyleyelim: İster etnik ister kültürel olsun bütün milliyetçiliklere -en diplomatik ifadeyle- bir tutam ırkçılık sirayet etmiş ve en kuytu dehlizlerine kadar sinmiştir.
Çünkü hiçbir milliyetçi aksine doneler fazlasıyla da olsa, kurguladığı ve aidiyet geliştirdiği ulusuna dair pozitif sıfatlar saymaya başladığında, dünya uluslar liginde kendi milletinin her zaman liste başı olduğu vehmindedir. Zaten dünyayı ancak uluslardan mürekkep gören milliyetçi, elinde bulundurduğu ulus-devletin başta eğitim ve medya üzerindeki tekelci tasallutu -Althusser buna “devletin ideolojik aygıtları” diyor- sayesinde siyasal yaklaşımını propagandaya tahvil ederek bunu tüm topluma mal etmeye çalışır. Milliyetçilik ritüelleri ile zaten sivil din (civic religion) olarak tezahür ettiğinden karşı çıkanları zımnen veya alenen küfürle itham eder ve bu ithamın gereğiyle “tiz kellelerinin vurulmasını” yani “siyaset olunmalarını” pratiğe geçirir.

Kısacası, her milliyetçi için kendi ulusu en zeki, en çevik, en ahlâklı, en sportmen ve aklınıza gelen gelmeyen her şeyin en iyisidir. Hal böyle olunca, bir ulus içinde olup ama kendisini bu ulusa ait hissedemeyenler “üretim arızası” olduklarından en hafifiyle “hilkat garibesi” gibi hakaretlere ve ilgili muameleye maruz kalmıyorsa bile ikinci lig oyuncularıdır. Dahası, herhangi bir ulus içinde devletsiz ya da diaspora konumundaki diğer halkların durumu eşyanın tabiatı gereği problemlidir. Çünkü ulus-devlet eğer elinden gelse hepimizi fiziksel özelliklerimiz de dâhil eritme potasında (melting pot) tektipleştirme hevesindedir ve tek bir kişi bile olsa etnik, linguistik, dinsel ve mezhepsel herhangi bir azınlık durumu mozaik-sevmez ama mermer-düşkünü ulus-devlet için yorucudur. Zira ulus-devletin homojenleştirici vasfı, Nasreddin Hoca’nın yakaladığı leyleğin kanatları ve bacaklarını budayıp “şimdi kuşa benzedin” demesi gibi çoğu zaman bir noksanlaştırmadan ibarettir.

‘Devlet’in icadı
Çok beylik bir söz olmakla beraber, devletsizlik bir milliyetçi için ölümden beterdir. Bu yüzden bütün milliyetçilikler pervanelerin ateşe yönelişi gibi devlete doğru evrilirler. Kanaatimce elektrik ya da cep telefonu değil ama insanoğlunun en büyük icadı olan devlet ve hayatımızın her anını kucaklamaya gayretli en ceberut formu modern ulus-devlet, Hegel’in ifadesiyle “Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü” ve Weberyen anlamda “şiddetin meşru tekeli”nin kristalize olmuş timsalidir. Bunun yanında, Westphalian klasik egemenlikte devlet erki şirk ve şerik kabul etmediğinden, kendisine karşı şiddet içeren herhangi bir cürüme bulaşanlar devlet tarafından ‘terörist’ olarak adlandırılırlar, zaten bu da eşyanın tabiatı gereğidir. Ulus kimliği, devletsiz halkın entelektüellerinin bilincinde şekillenip devletleşme sürecine girildiğinde ise şiddet kaçınılmaz olur.

Şiddetin sistematik istihdamı devletin varlık sebebi olduğundan kim bu hak iddiasında ise kaçınılmaz olarak devletle karşı karşıya gelir. ‘Devlet terörü’ olarak kavramsallaştırdığımız ise devletin kendisine çizdiği hukuksal alandan ayrılarak şiddeti banalleştirmesidir ki, devlet eşkıya olmadığından kendini birtakım ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesi ile bağıtlamıştır. Lakin ‘devlet terörü’ ile Westphalian münhasır egemenliğe tekabül eden ‘karışılamayacak içişleri’ arasındaki ince çizgi, küreselleşme dediğimiz süreçte flulaşmıştır. ‘Terörist’ ile ‘özgürlük savaşçısı’ arasındaki anlam kayması nerede durduğunuzla ilgilidir. Bu durum, bırakın kelimeleri nasıl kullandığımızı kısaltmalarda bile kendini gösterir.

Zamanın ruhu
İçinden geçtiğimiz dönem Kuhn’un paradigma kaymasına sosyal ve siyasal anlamda bir örnek teşkil ediyor. Kendi siyasî kariyerine mal olsa bile ülkenin kangrenleşmiş sorunlarını çözmek üzere Demokratik Açılım konusunda samimi niyetini ortaya koyan Başbakan Erdoğan, asıl şimdi Milli Görüş gömleğini çıkarıp özgürlük hırkasını giymeye başlamıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ideolojik omurgası Muhafazakâr Demokratlık da böylece demokrasinin muhafazası olarak anlam ve pratik kazanmaktadır. Yine Mecelle’deki “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” ilkesinde belirtildiği gibi zamanın ruhu (zeitgeist) özgürleşmeyi gösterirken gün geçtikçe Ramazan davulcusu kadar anakronikleşen ulus-devletin tek-tip-kimlik dayatıcılığına nerdeyse bir yüzyıl önceki faşizm özentisi ile sarılmak en azından rehabilite edilmesi gereken bir ruh halini işaret etmektedir.

Zamanın ruhuna vurgu yaparak bir modaperestlik ya da eyyamcılıktan dem vurmuyorum, aksine insan olduğumuzu en çok özgür olduğumuzda farkedebileceğimizi ifade etmeye çayışıyorum. Bu noktaya varmak da militarizmden en çok vazgeçtiğimiz ana tekabül edecektir. Çok değil on bir yıl öncesinde savaşa ramak kaldığımız Suriye ile bugün vizesiz seyahat konumuna gelindiyse, çanlar hakikaten özgürlük için çalıyordur ve savaş gibi en militer mesele bile militaristlere bırakılamayacak kadar önemlidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder